
Çevre Bataklığında Kaybolan Genç
Yozlaşmanın değişim olarak toplumu en küçük biriminden yakalayıp bir ahtapot gibi sarmaladığı bir zamandayız. Ah ne zaman kaybettik biz hassasiyetimizi? Modernizm, çağdaşlaşma, uygarlık dedik, uygar ülkelerin seviyesine çıkmanın hayaliyle, inancımızla kavgaya başladığımız günden bu yana uygar denilen ülkelerin kurtulmak istediği bataklığa düştük!
Gençlerimiz evlilik dışı birliktelikleri meşru görmeye, uyuşturucuya ortaokul çağındaki çocuklarımız alışmaya, sanal bahislerle kumarlarla umutlar sönmeye, aldatma ve ihanetlerin alenileşip yaygınlaşmasıyla yuvalar yıkılmaya başladı.
Sözde kadın programları adıyla kokuşmuşluk evlerimizin en mahrem köşelerine kadar sızmayı başardı. Kendi çocuklarımıza yabancılaştık. Ah be ne günlere kaldık!
İnanç dedik sözde dindarların ortaya koyduğu haksızlıklar, zulümler gençliğimizi en önemli değerimizden kopardı. Din adalet, dürüstlük, liyakat, ahlak iken adaletin sadece kendileri için önemli olan bir unsura dönüşmesiyle dindarlar da yozlaşmanın ateşini harladılar.
Zulüm insanın başına gelince adalet aranır oluyordu. Oysa adalet herkesin hakkı olan bir erdemdi…”
Şakir durdu. Bu düşünceler zihninde bir şimşek gibi çakıyor, yüreğinde fırtınalar estiriyordu. “Neden, neden?” diyordu. Ev sahibinin hanımının bir psikopat tarafından bıçaklanmasından dolayı Şakir bu düşüncelere eğilmişti. Kendinden geçen bağımlı kişi önüne gelene bıçak savurmuş ve o sırada oradan geçmekte olan Cemile abla da ondan nasibini almıştı. Üçüncü sayfa haberlerine dönen bir ülkenin gündemi onun duygularını alt üst ediyordu.
İçeride daralmış balkona çıkmıştı. Karşısında on iki on üç yaşlarında bir erkek çocuk duruyordu. Dikkatli baktı. Çocuk balkondan karşı binanın altındaki bakkal dükkanının yanında duran ellerinde sigara olan beş gence bakıyor, el işaretleri yapıyordu. Şaşırdı.
“Bu çocuğun onlarla ne işi olabilir?” diye sessiz düşündü.
“Oğlum ne yapıyorsun?”
“Görmüyor musun abilerle konuşuyorum.”
Sesteki lakaytlık onu kızdırsa da çocuk için alttan almaya çalıştı.
“Onlar senin abilerin mi?”
“Ya amca sen de çok safsın be! Abilerim dediysem mahalle abileri anlarsın işte…”
“Senin onlarla ne işin var ki? Onlar senden büyük ve iyi insanlara da benzemiyorlar. O ellerindeki nedir öyle sigara gibi duruyor.”
“Amca senin bu mahalleden olmadığın hemen anlaşılır. Onlar torbacı abi torbacı…”
“Ne torbacısı oğlum?”
“Onlar satıcı yani amca. Cigarayı bir kat, iki kat sarıp satıyorlar.”
“Peki öyle insanlar senin nasıl abilerin oluyor? Onlardan uzak durman gerekmez mi?”
Çocuk, Şakir Bey’in kendisi için iyi niyetler beslediğini anlayınca sözlerindeki sertliği yumuşattı.
“Nasıl uzak duracaksın be amca? Aynı mahallenin çocuklarıyız. Her yerde karşılaşıyoruz. Yolda, bakkalda, fırında, her yerde… Nasıl uzak durabiliriz ki?”
Şakir derin bir nefes aldı. Canı çok sıkılmıştı. Düşündüğü yozlaşma felaketi akrabalarının mahallesine ve daha önemlisi evlerine bile sirayet etmişti. Çocuğa bir şey anlatamayacağını anlamıştı. Üzüntüsü, öfkesi yüzüne yansıyordu. Yerinden kalktı. İçeriye girdi. Boş olan bir koltuğa oturdu. Onun gerginliğini gören evin sahibi Hasan Dayı şaşkınlıkla ona bakıyordu.
“Şakir ne oldu yeğenim, neden öyle gergin duruyorsun, ne oldu?”
Şakir konuşup, konuşmamakta tereddüt etti. Sert mizaçlı biri olarak bilindiği gibi, sözleri de odun gibi doğruydu. Bunun için hep yanlış anlaşılıyordu. Yaptığı uyarıları bir dostun acı reçetesi olarak görmek yerine şahısları aşağılama olarak algılanıyordu.
“Yeğen sana diyorum, ne oldu?”
Hasan Dayı’nın sorusunu tekrarlaması üzerine rahatsızlığını dile getirdi.
“Balkondaki çocuk kimin?”
Soru salonda soğuk bir rüzgâr estirdi. Çünkü sorunun üslubundan çocukta dolayı ciddi bir rahatsızlık hissedildiği aşikardı. Herkes birbirine baktı. Yüzler mahallenin sakinlerinden bakkal Bilal’e odaklandı. Bilal bu bakışlardan rahatsızlık duyduğunu sözleriyle gösterdi.
“Ne bakıyorsunuz öyle trene bakar gibi? Çocuk benim Şakir ne olmuş çocuğa?”
Şakir, diline kadar gelen sert sözlerini yuttu. Biraz durdu. Derin bir nefes aldı. Salonda sekiz kişi vardı. Hasan Dayı’ya taziye için gelinmişti. Şakir, taziye evinin ağırlığına hürmeten sözlerini tarttı. Karşısındakine saygınlık vererek duygularını yatıştırmak istedi. Çünkü taziye evi tartışma ortamı değildi.
“Bilal Abi sen, bizim büyüğümüz, babamın da iyi bir arkadaşısın. Sözlerimi ne olur saygısızlık olarak alma…”
“Yok be Şakir sen iyi bir insan olduğun gibi baban da saygı değer bir insandı. Mekânı cennet olsun. Şimdi sen sıkıntını de hele!”
“Bilal Abi senin ne kadar gelirin, malın, mülkün var?”
“Malımı mülkümü ne edeceksin? Sıkıntın bunlarla mı ilgili?”
“Yok onlarla ilgili değil ama o da ilgilendiriyor.”
“Bir bakkal dükkanım, iki tarlam, üç katlı evim bir de arabam var.”
“Yani durumun iyi!”
“Çok şükür de sen meseleye gel.”
“Bak abi senin çocukla balkonda on dakika zaman geçirdim. Konuştuğu sözler, arkadaşlık yaptığı kişiler hiç de iyi insanlar değil. Ben senin yerinde olsam bütün bunları satar, en büyük hazinem olan çocuğumun bu ortamdan uzaklaşmasını sağlardım. Çünkü konuştuğu konular cigara, esrar, konuştuğu kişiler torbacı falan.”
“Hele dediğine bak! Bunların hepsini satacağım buradan gideceğim öyle mi? Şakir herkes kaderini yaşar. Kader de ne varsa o olur.”
“Kader gayrete aşıktır Bilal Abi! Tedbirsiz kader olmaz. Sen bu çocuğunu kaybetmek istemiyorsan taşın buradan!”
Bilal kırlaşmış sakalını sıvazlayarak Şakir’e baktı. Sesi alaycıydı. Şakir’i küçük gördüğü her halinden belliydi. Sözleri hoşuna gitmemişti.
“He Şakir senin başkaca bir emrin varsa onu de! Bu yapacağım bir iş değil.”
Ortam gerginliğini koruyordu. Şakir kontrol edemediği duygusunun rayından çıkmaması için müsaade istedi.
“Hasan Abi başınız sağ olsun. Cemile ablaya Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun,” diyerek taziye evinden ayrıldı.
Geride kalanlar Şakir’in sözlerinden, Bilal’i uyarmasından dolayı onu kınayıcı konuşmalar yaptı. Hasan Bey ise Şakir’in dile getirdiği konuların düşünülmesi gerektiğini söyleyerek onu savundu. Çaylar içilip, dualar okunduktan sonra misafirler bir bir evden ayrıldı. Bilal Bey de oğlu Sinan’ı alarak taziye evini terk etti.
10 YIL SONRA
Şakir Bey yeni yapmaya hazırlandığı binanın temelini atmak için çalışmalar yapıyordu. Etüt zemini, plan, proje, izin gibi işleri takip ediyordu. Arsanın olduğu yere gelmiş son kontrollerini yapıyordu. İkindi vaktine az bir zaman vardı. Hafif bir rüzgâr esiyordu ama güneşin sıcaklığını engellemiyordu.
İkindi namazı için caminin avlusundaki şadırvanda abdestini aldı. Ezanın okunmasını bekliyordu. O sırada telefonuna bir mesaj geldi. Daha namaz vakti olmadığı için mesajı açtı. Yakın akrabası olan Hayri’den geliyordu mesaj.
“Şakir yarın öğle namazına müteakip cenazemiz var. Mahallemizden bir genç intihar etti. Akbelen Mezarlığına defnedilecek.”
Şakir mesajı görünce şaşırdı. Eski mahallesinden bir gencin intiharından bahsediyordu. İntihar kötü bir eylemdi. Hele gencin intiharı daha da kötüydü. Bir merak sardı Şakir’i.
“Kim acaba bu genç? Kimin oğlu? Ah be Hayri, insan kim olduğunu da yazmaz mı*”
Bu düşüncelere dalmışken ikindi ezanının sesiyle kendine geldi. Camiye yöneldi. Ama aklı hala intihar edenin kim olduğuyla meşguldü. Soru arka planda akıl programını meşgul etmeye devam ediyordu.
“Yok ben böyle namaz kılamam! Namazda da hep onu düşüneceğim. En iyisi arayıp kim olduğunu öğrendikten sonra namazı kılmaktır.”
İnsanın kendisiyle yüzleşmesi önemliydi. Namaz Allah için kılınırken akla takılan soru ve merak insanı namazın huşusundan alıkoyardı. Bunu iyi bilen Şakir telefonunu çıkarıp Hayri’yi aradı. İki üç defa çaldıktan sonra karşıdan ses geldi.
“Alo hayırdır Şakir!”
“Ne hayrı be Hayri ne hayrı! Bir mesaj gönderdin beni meraktan öldürdün. İntihar eden bizim eski mahalleli kim?”
“Yazmamış mıyım?”
“Yok Hayri yazmışsın da ben görmüyorum. Söyle be kardeşim söyle kim!”
“Bizim bakkal Bilal var ya onun küçük oğlu Sinan.”
“Bakkal Bilal’in o küçük oğlu mu?”
“Evet küçük oğlu Sinan. Bağımlı olduğu maddenin etkisiyle halüsinasyonlar görmüş. Sonunda canına kıymış.”
Hayri’nin bu sözleri üzerine Şakir birden daldı. Hasan Dayı’nın balkonundaki çocuğu ve Bilal ile yaptığı tartışma canlandı gözlerinin önünde.
“Değiştirmediğin çevren evladının hayatına mal oldu. Değdi mi be Bilal Abi!”
“Alo Şakir, Şakir orada mısın?”
Şakir daldığı düşüncelerin etkisiyle Hayri’yi duymuyordu.
“Malın mülkün getirebilecek mi çocuğunu?”
“Alo Şakir sana diyorum be kardeşim.”
Tekrarlanan sesler Şakir’i kendine getirdi. Dalgın bir sesle cevap verdi.
“Yarın cenazede görüşürüz,” deyip telefonu kapattı.
Kalaycılar çarşısında dolaşırsan isin bulaşması kaçınılmazdır. Çocuklarımız en büyük servetimiz değil mi? Ah be Bilal Abi değdi mi ha değdi mi? Şimdiki gözyaşların oğlunu geri getirir mi?
Şimdinin pişmanlığı geçmişte yaşadığımız yanlışların acısını gidermiyor. Akıllı insan şimdiden geleceğine yönelik tedbirler alandır.
Allah’ım evlatlarımızı her türlü kötülük ve kötülerden muhafaza eyle. Bize de evlatlarımıza sahip çıkacak bir bilinç ver.”
İç dünyasının sessiz çığlıklarında bastırdığı merak duygusundan sonra camiye geçti. İlahi divana durdu.
“Allah’ım bizi nefsimizle baş başa bırakma!” dedikten sonra tekbir getirip namaza durdu.
Seyit Ahmet Uzun
Bir yanıt yazın