AS GARİ DELİYİM

yazar:

kategori:

AS GARİ DELİYİM

Yunus asgari ücretle çalışan, iki çocuk babası, orta yaşlı bir adamdı. Kenar mahallede aylık on bin liraya kirada oturuyordu. Çocuklarından birisi ortaokula diğeri de liseye gidiyordu. Eşi ise ev hanımıydı.

Günler zor ve sıkıntılı geçiyordu. Enflasyonun ve zamların pençesinde yaşamı sürdürmeye devam ediyordu. Çoğu zaman çocuklarının istediğini alamamanın acısını yaşıyordu.

Bir baba için en büyük acılardan birisi çocuklarının gözünde aciz olmaktı.

Yunus bu acizliği dibine kadar yaşayan asgari ücretlilerden birisiydi. Çalıştığı iş yeri çoğu zaman kapıyı tehdit olarak gösteriyor razı değilse işi bırakabileceğini ima ediyordu.

Patronlar bu noktada bir işçinin kendilerine olan maliyetini hesaplamada haklılık sahibi olmanın gücüyle çalışanlarına baskı yapabiliyordu. Ama bilmiyorlardı ki okuyan iki çocuğu olan bir aile için alınan ücretin yetersiz olacağını. Belki de biliyorlardı da işlerine gelmiyordu. Çünkü bilmek bir şuur, bilinç işiydi. Bilince yeterli ücreti vermeyince vicdan içeriden baskı yapacaktı.

Ama öyle bir zamanda yaşıyordu ki Yunus işverenlerin ve yönetenlerin vicdanlarının, cüzdanlarının arasına hapsedildiği ve asla vicdanlarının sesine kulak verilmesine izin verilmediği bir dönemdi. Bir çay ve simit hesabına bile asgari ücretin yetmediği bir dönemdi.

“Ah be Adam Smith; ücretli işçi çalıştırmak, köleye ömür boyu bakmaktan daha ucuz olduğunu dile getirirken ne kadar doğru söylemişsin. Biz kölelerden daha zor durumdayız. Tuzu kuru olanların yaşam standardı kölelerden daha aşağı olanları anlamaları mümkün değil.” Yunus bu duygularla bindiği servisten indi.

Yorgunluğunu eve geldiğinde daha iyi fark ediyordu. Kendini bir çuval gibi divana bıraktı. Eşine zor çıkan nefesiyle seslendi.

“Leyla bir kahve yap da yorgunluğumuzu atalım.”

Çalıştırdığı elektrikli süpürgenin sesinden dolayı leyla hanım onu duymamıştı. Yunus tekrar bağırdı. O sırada kapının zili de çalıyordu. Eşinin sesi duymadığını tahmin eden Yunus yerinden zoraki doğruldu. Kapıyı açtı. Ortaokula giden Meryem ve Liseye giden İbrahim gelmişti. İkisi de servis ücretlerinin yüksekliğinden dolayı okula yürüyerek gidip geliyordu. Çünkü servis artık zenginlerin bineğine dönüşmüştü.

“Hoş geldiniz çocuklar. Geçin içeriye.”

“Hoş bulduk baba, sen de hoş gelmişsin. Yorgun görünüyorsun.”

İbrahim’in sözü Yunus’a yorgunluğunu yeniden hatırlattı. Makinaların karşısında geçirdiği saatler geldi gözlerinin önüne.

“Olur be evlat, hayat işte bir mücadele… Siz de bu mücadelemizde bize destek oluyorsunuz sağ olun.”

İki çocuk da babalarının boynuna sarıldı. Onu yanaklarından öptüler. Sonra odalarına geçtiler. Leyla Hanım onları mahzun gözlerle izlemişti. Mazlum olduklarını biliyordu. Ama zalim olmaktansa mazlum olmak evladır sözü onun için de bir değerdi. Babası öyle demişti.

“Kızım zalim olacağına mazlum ol. çünkü zalimin hasmı Allah’tır!”

Eşi gerçekten mazlumdu. Haram lokma yedirmemek için bütün enerjisini harcıyordu. Ama yetmiyordu işet yetmiyordu. Bu düşüncelerle dalgınlaşan eşini gören Yunus;

“Hayırdır Leyla! Çok dalgın görünüyorsun. Karadeniz’de gemilerin mi battı diyeceğim de, gemilerimiz de yok ki!”

İkisi de tebessüm ediyordu.

“Leyla sana zahmet bir kahve yap da yorgunluğumuzu atalım olur mu?”

Leyla Hanım üzgün gözlerle eşine baktı. Gözlerinin derinlerinde hüznün her tonu hissedilebiliyordu.

“Yunus kahve kalmadı. Bugün misafir gelmişti, onlara da ikram edemedim.”

“Olur be Leylam! Çay demle, bari yorgunluğumuzu onunla atalım. Kahve lüks olmaya başlıyor galiba?”

Leyla olur diyemedi. Sessizdi. Onun sessizliğinden bir şeylerin yolunda gitmediği anlaşılıyordu.

“Hayırdır ne oldu güzelim?”

“Şey çay demlesem de sen içmezsin.”

“Neden?”

Şekersiz içemiyorsun ya onun içim dedim. Evde şeker de kalmadı.”

“Olsun ne yapalım bundan sonra şekersiz içmeye alışırız. Nasıl olsa şeker sağlıksız değil mi?”

İkisi de gülümsediler. O esnada kapının zili duyuldu. Yunus yorgun gözleriyle isteksiz bir şekilde kapıya gitti.

“Bu saatte kim ola ki?” diye kendi kendine söylenerek kapıyı açtığında gülümseyen gözleriyle ev sahibi duruyordu. Aslında gözleri ne dediğini açıkça göstermesine rağmen bir de meramını diliyle ifade etti.

“İyi akşamlar Yunus. Kirayı almaya geldim.”

Sözler yoğun karanlık bulutlar gibi ruhuna çöküyordu. Yunus’un yorgunluğu bir kat daha arttı. Ne diyeceğini bilmiyordu.

Asgari ücretle çalışmanın omuzuna yüklediği ağırlık onu kahrediyordu. Bir de buna enflasyonu kendine göre belirleyen azgın bir anlayışın tırpanları eklenince kamburu daha da katlanıyordu. Her şey üç kat artarken maaşına bir kat artış kazancını alıp götürüyordu. Yunus bunun büyük bir kul hakkı olduğunu düşünüyordu.

Hem de bireysel değil toplumsal kul hakkıydı. Nasıl ki bireyin kamu hakkını ihlal etmesi doğru değilse kamunun da bireyin hakkını ihlal etmesi doğru değildi.

Delik büyük yama küçüktü. Bir türlü kapanmıyordu.

Ev sahibinin gözlerine bakarken bir anlığına daldığı kara düşüncelerden yine ev sahibinin sözleriyle sıyrıldı.

“Yunus kardeşim sana söylüyorum. Kirayı almaya geldim.”

Gözlerinin altı asırlık bir ağacın kabukları gibiydi. Dili peltekleşmiş zor konuşuyordu.

“Selim Bey kusura bakmayın bu ay epey sıkıştık. Çocukların okulu, mutfak, faturalar, yol ücreti derken elde avuçta bir şey kalmadı…”

Ev sahibinin önceki gülümsemesi öfke rüzgarlarıyla uçup gitti. Maskesinin ardındaki çıplak yüzü göründü. Dili ise bir kuğunun nezaketini terk edip bir kirpinin dikenlerini fırlatıyordu.

“Hep aynı hikaye, yeter artık! Bu aydan sonra kira on beş bin oluyor. Biliyorsun tefe tüfe meselesi işte. Eh ne yaparsın biz de evden destek alıyoruz. Tabi alabilirsek! Bu aydan sonra birikmiş kiraların hepsini birlikte alacağım. Ha önümüzde ayın kirasını da on beş binden hesaplayacağız.

Yoksa pılını pırtını topla çık evimden!”

Yunus’un gözleri kararıyordu. Ne diyeceğini bilmiyordu. İçinde biriken volkan dudaklarında patlamak üzereydi. Ancak ilk önce asgari ücrete yapılan zam ve kiraya getirilen azgın canavarın artışı beyninde çınladı.

Yüzde otuza yüzde elli… Ev sahipleri kendilerine tanınan hakkı kullanıyordu. Evet belki de haklarıydı. Çünkü onların da aldığı para enflasyon canavarına yem oluyordu. Ancak kirada oturan asgari ücretli garibanlar bu hakkın altında eziliyordu. Yüzde yetmişlere dayanmış enflasyonun yediğine yüzde otuz yetmiyordu. Her geçen gün biraz daha ağırlaşıyordu asgari ücretlinin yükü.

Açıklanan enflasyon ile hissedilen birbiriyle uyumlu değildi.

Bu azgın canavarın her geçen gün kendisinden çaldıkları karşısında artık dengesini kaybediyordu. Gözleri dönüyordu. Yüreğini yakan magmalar dilinden fışkırıyordu.

“Ne asgari ücreti be adam! Gel bir de bizi as gari! Gari, gari as gari!”

Selim Bey şaşkın gözlerle kiracısına bakarken, Leyla Hanım da heyecanla kapıya geldi. Eşinin anlamsız bir şekilde hareket edip aynı sözleri tekrar ettiğini görünce gözleri fal taşı gibi açıldı.

Eşi için korktu.

“Yunus, Yunus ne oldu sana, kendine gel!”

Yunus, feri gitmiş gözleriyle hanımına bakıyor ama görmüyordu. Aynı sözler bir nakarat gibi tekrarlanıyordu.

“Ölüm bari as gari, as gari, as gari de as gari!”

Selim Bey de korkmuştu. Ne yapacağını bilemiyordu. Leyla Hanıma şaşkın gözlerle bakıyordu.

“Leyla Hanım eşiniz delirdi galiba? Hemen bir ambulans çağıralım.”

Kocasını öyle görmenin hüznüyle Selim Beye bağırdı.

“Siz hep siz ve sizin kahrolası enflasyonunuz delirtti kocamı. Defolun buradan, defolun!”

Selim Bey en doğru kararı verdi. Oradan hızlı bir şekilde uzaklaştı. Bu sırada Yunus’un iki çocuğu da ağlayan gözlerle babalarına bakıyorlardı. Onlar da ne olduğunu anlamıyordu.

Hayatın yükü asgari ücretliye çok ağır geliyordu.

Artık ne yapacağını bilemeyen Yunus, ev sahibinin yaptığı son zamla delirmenin eşiğini geçti.

Bir asgari ücretli daha hayattan kopmuştu. Artık hayatın yükünü çekmeyecekti. Hayat onu çekmek zorunda kalacaktı.

Akıllı olup hayatı taşımaktansa deli olurum hayat beni taşısın.

Yunus gibi milyonlarca asgari ücretli aslında delirmenin sınırındaydı. Evde çalışmak zorunda kalan bütün fertlerin havuz sistemiyle zor denkleştirdikleri bir bütçeyle yaşamı omuzlayanların delirmesi içten bile değildi.

Tolstoy, ‘İnsan ne ile Yaşar’ kitabında; “Emek ucuz ekmek pahalıydı,” derken aslında belki de bu ve buna benzer günlere işaret ediyordu.

Emeğin ucuz, ekmeğin pahalı olduğu toplumlarda geçimsizliğin, delirmenin, boşanmaların, hırsızlığın, bunalım ve gerilimlerin olması kaçınılmazdı.

Leyla Hanım kocasının delirme eşiğini geçmesinden sonra gözyaşları içinde bunları düşünüyordu.

 Yunus o hafta akıl hastanesine kaldırıldı. Diğer hastaların yanında adı as-gari kaldı. Ve bir gün odasına giren hasta bakıcı onu çarşafı ip gibi kullanarak kendisini asmış olarak buldu.

Asgari ücret bir emekçinin daha ölümüne neden oldu. Geride bir dul ve iki yetim kaldı.

Seyit Ahmet Uzun

Sosyal Medyada Paylaşın

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir