Mevlana

Sezai Karakoç- Diriliş Yayınları

Kitap farklı bir biyografi olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstat merhum Sezai Karakoç hem şair hem düşünür hem yazar kimliğiyle büyük mutasavvıf, bilge Mevlana Celaleddin’i Rumi’yi ve eserlerini ele almaktadır. 

Mevlana gibi çağlar üstü bir şahsı ele alırken onun yaşadığı çağı da tahlil ederek hakkında bazı yakıştırmalara da cevap vermektedir. 

Onu zirve şahsiyetlerle karşılaştırarak insanlığa ne verdiğini, İslam dünyası için ne anlam ifade ettiğini de irdelemeye çalışmaktadır. 

“Omzunda gökleri taşıyan çocuk…” 

Yedisinde neyse yetmişinde odur atasözü gereği onun çocukluğuna ayrı bir vurgu yapmaktadır. Bu değerlendirmesine bir menkıbe tadında olan bir olayı da ekler. Muhyiddin’i Arabi’nin, onu babasının arkasında giderken gördüğünde söylediği sözü kitabına taşıyarak aslında o kanaatte olduğunu da belirtmektedir.

“Ne acayip bir şey görüyorum; güneş, ayın arkasında gidiyor.”

Aslında bu bakış açısı yazarın düşünce dünyasında Mevlana’nın ne anlam ifade ettiğini göstermesi açısından önemlidir.

Yazar Mevlana’nın Anadolu’ya gelişini “görevlendirilmiş” olarak ele alması ilginç bir tespitti. Bu tespiti Mevlana’nın en çok eleştirildiği “Moğolların ajanı mıydı?” sorusunu yanıtlarken yapmaktadır. Bu yanıtın içinde ise müthiş bir isyan ve heyecan yatmaktadır. 

Cephede yurdu korumakla, yurdun içinde kendi medeniyetimizi gözler önünde tahrip edenlerle savaşmayı birbirinden farksız gören ‘Diriliş Neslinin’ üstadı aslında Mevlana’ya karşı gelenlere niçin kızdığını da gözler önüne sermektedir.

“Mevlana ve arkadaşları bu dönemde yönetimle ilişkilerini kesmemişlerdi. Onların Moğolların egemenliğinde olan yöneticilerle ilişkilerini sürdürmeleri çelişkili gibi görünebilir günümüzde. Hatta kendileri ruhlarıyla maddeten Avrupalıların, Amerikalıların ve Rusların işbirlikçisi olanlar, gazetelerindeki dizi yazılarda Mevlana’yı, Moğol işbirlikçisi gibi göstermeye yeltenmişler. Oysa Mevlana ve arkadaşlarının ilişkisi birkaç katlıdır.”

Yazar aslında Mevlana’yla ilgili prangaları kırarak onu olduğu yere oturtmaya ve bir entelektüel gibi düşünmeye çalışmaktadır. Yargılamaktan önce anlamanın önemi de burada karşımıza çıkmaktadır. 

Mevlana diğer şeyhlerden farklı olarak liyakat sahibi yöneticilerin belli şehirlere atanmasıyla ilgili çalışma yaparak klasik sofi formatından uzak olduğunu göstermektedir. 

Moğollarla ilgili yaklaşımı ise üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Çünkü Mevlana sorumluluk sahibi bir İslam düşünürü, alimi, şairi olarak evrensel bir hüviyete sahiptir. Onun yaklaşımı bizlere her çağın aliminin kendi çağını iyi okuması gerektiğini ve ona göre adımlar atması gerektiğini de gözler önüne sermektedir.

Hiçbir şey gördüğümüz gibi olmayabilir. 

Aslında medyanın bize neyi nasıl görmemiz gerektiğiyle ilgili gözlüğü çıkarıp, neyi nasıl görmemiz gerektiğini gösteren vahyin şuurunda bir gözle çağa bakabilmek oldukça önemlidir. Çünkü medya Firavunun sihirbazları gibi bizlere ne göstermek istiyorlarsa sihirli ekranlarında ve sayfalarında onu paylaşmaktadırlar. 

Yazar Mevlana’yı bu bağlamda ele alırken her gönül erinin, düşünce erinin ve ruh erinin görevli olduğunu ve kendi çağlarına göre görevlerinin farklı olduğunu belirtmektedir.

“İleride Moğolların da Müslüman olacağını anlayan, sezen ya da bilen Mevlana’nın onlarla dolaylı olarak ilişkisini az çok sürdürmesi görevinin bir parçası değil mi?”

Yazar Gazali’yi “Öleyazan ilmi dirilten” diye Muhyiddin’i Arabi’yi; “Kur’an’ı kerim’in ruh açısından büyük yorumunu insanlığa armağan etti” diye tanımlamaktadır. 

Bunlara Mevlana’yı da ekleyerek şu değerlendirmeyi yapmaktadır.

“Üç temel ögesiyle İslam düşünce, duygu ve ilham dünyasının bir bütün halinde idraki ve yorumu mümkün oluyor.”

Yazarın Mevlana’nın şahsında velilere bakışı da toplumsal bilinç çerçevesindedir. “Veli kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti isteyen kişidir.”

Aslında bu bakış açısı İslami bilincin ne demek olduğunu belirtmesi açısından da önemlidir. Kur’an peygamberleri kendi toplumlarının sorunlarını çözmek için şuurlu bir akılla gönderildiklerini ve onlardan da bu sorunlara bu şuurla odaklanmaları gerektiğini istemektedir. 

Örnek; Lut peygamber kendi toplumunda büyük bir ahlaksızlığa imza atan eşcinsel birlikteliği meşru gören anlayışa karşı mücadele ederken, Şuayb peygamber de tartı ve ölçüde, alışverişte adaletin ne demek olduğuna vurgu yapmakta ve bu yozluklarla mücadele etmektedir. 

Mevlana da o toplumda özellikle Moğollara karşı güçlü bir duruş sergilemek için halkı irşat ederken, yöneticilerle de irtibata önem vermektedir. Çünkü onların ihmal edilmesi beraberinde şeytani algıya prim verilmesini de gündeme getirecek ve yapılacak faaliyetler kesintiye uğrayacaktır.

Dava insanına ise en önemli notu; “Halk senin yanına gelmiyorsa, sen onların olduğu yere gideceksin.” Şeklinde bir bilinç ve toplumsal sorumluluk vermektedir. Bunu da peygamberimizin tebliğ zamanında kabile kabile, panayırlarda çadır çadır gezmesinde görmekteyiz. 

Dava insanında kibir ve enaniyet olmamalıdır.

Şemsi Tebrizi ile karşılaşmasını ise yeni Mevlana’nın doğuşu olarak nitelemekte ve iç dünyasında aşk volkanlarının patladığını dile getirmektedir. 

Çile çekmeden aşk olmuyor.

Mevlana, Şemsi Tebrizi’yle birlikte çileye de alışıyor. “İlerleyecek bir ruh için en büyük engel alışkanlıklardır.” diyerek Mevlana’nın alışkanlıklarını aşk ateşinde bir bir eriterek, olgunlaşma yolunda ilerlediğini kitabın satır aralarında işlemektedir. 

Yazarın ilim ve tevazu arasında kurduğu bağ dikkat çekicidir. Hani içi boş buğdayların başı dik, dolu olanların ise eğik olduğu gibi “gerçek ilme eren gurura değil, tevazua sahip olacaktır.” demektedir. 

Alim tevazu sahibidir. Ağırlığını ilminden, inancından almaktadır. 

Mevlana’nın kıssalarında hep bir hikmetin olduğunu ve onların yazılmadığını ilhamla yazdırıldığını kitabın satır aralarında dile getiren yazar köpek yavruları kıssasını da bu bağlamda ele alarak dostluğun mahiyetine bir vurgu yapmıştır.

Mevlana’ya ait olduğu söylenen meşhur; “Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel!  Burası ümitsizlik dergâhı değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel!” sözünün ona ait olmadığını vurguladıktan sonra Mevlana’nın eserlerinin bu sözün bir çağrısı olduğunu da vurgulamaktadır.

Ancak onu salt hümanist bir bilge olarak değerlendirmenin de doğru olmadığını, İslam düşünürü, bilgesi ve ruh iklimi mürşidi olduğunu söylemektedir. Gelip değişmeden kalmayı değil, geldikten sonra Allah’ın birliği, büyüklüğü ve rahmeti içinde tüm kötülüklerine tövbe etmeyi ve arınmayı kastettiğini anlatmaktadır.

Molla Cami’nin, Mevlana değerlendirmesi ise ilginçtir. “Peygamber değil ama kitabı vardır.” Aslında yazar da Mevlana’ya bu gözle baktığını kitabın satır aralarında “görevlendirilmiş” olduğunu belirterek göstermektedir. 

İnsanları eserleriyle tanımak gerekir. Eserlerin değeri ise yazarın onu yaşamasıyla anlam ifade eder. Yazar, Mesnevi’yi ele alırken, Mevlana’nın ruh dünyasında nasıl büyük patlamaların yaşandığına sanki şahit gibidir. 

Eserleri Mecalis’i Seba, FihimaFih, Divanı Kebir ve Mesnevi Mevlana’nın duygu, düşünce ve ruh dünyasının nasıl geniş olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Yazar, Mevlana’nın her eserinin ayrı bir şaheser olarak karşımıza çıktığını belirtmektedir. 

Yazarın kitabın sonunda eklerde ise bir teklif ve önerisi vardır. Böylesine büyük bir şahsiyetin daha iyi tanınması için üniversitelerde Mevlana kürsülerinin olması ve bir Mevlana enstitüsünün kurulması gerektiğini vurgulamaktadır. Sizce de önemli değil midir?

Bizi böyle büyük bir şahsın ruh coğrafyasında gezdiren ve kendisi de büyük bir şair ve mütefekkir olan merhum Sezai Karakoç’u rahmetle anıyorum.

Kitaptan sözler

İslam’ın ezeli ve ebedi düşmanı fark etti ki Doğu’nun ve Batı’nın kaderi Anadolu’da düğümlenmiştir.

İzinsiz hareket etmez onlar. Ya rüya ile veya uyanıklık halinde, onlar bu izin çıktığını anlar ve öyle hareket ederler.

Hiçbir değişim ve oluşum birdenbire olmaz.

Ceza, en büyük ceza kavuşmak imkanı varken, armağana kavuşmamaktır, kavuşamamaktır. 

Manevi eğitim yapacak insan inziva insanıdır çoğu zaman. Ama bir yandan da devlet adamlarıyla görüşmesi gerekmektedir.

Veli, kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyendir. 

Halk senin olduğun yere gelmiyorsa, sen onun olduğu yere gideceksin. O senin dilinden anlamıyorsa, sen onun dilinden anlayacak, maksadını onun diliyle anlatacaksın.

Gönül çirkinliklerden arınmadan “güzel”e nasıl cesaretle istekli olabilir. 

İlerleyecek en büyük ruh için en büyük engel alışkanlıklardır.

Kaderin aklı aşan görüntülerle gelişine, zayıf insanoğlu nasıl dayansın.

Gerçek ilme eren, gurura değil tevazua sahip olacaktır.

İslam, Allah’a yönelmiş ruh, arınmış gönül, kurtulmuş zihin, yanlışlara düşmemiş akıl ve ulvileşmiş ahlak demektir.

Seyit Ahmet Uzun

Sosyal Medyada Paylaşın

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir